HOŞ GELDİNİZ

24 Ağustos 2009 Pazartesi

9 Temmuz 2009 Perşembe

..Yılmaz ÖZDİL'den -Çinliler Nejat Uygur’a saldırdı!-..

Büyük üstadın hoşgörüsüne sığınarak, başlığı özellikle böyle attım ki, belki Başbakanımız "Uygur’a n’olmuş acaba?" filan diye merak eder!
*
Bine yakın ölü deniyor...
Caddeler ceset dolu.Fotoğrafları var.Duvar önüne dizmişler Uygur gençlerini, taramışlar; sokağa çıkma yasağı ilan ettiler, evleri basıyorlar, 16 yaşından büyük erkekleri tutukluyorlar, işkence...
*
Hani van minüts?
*
Ne "Siz insan öldürmeyi iyi bilirsiniz" diye posta koyan var, ne de "Daha gelmem Pekin’e" diye rest çeken...
Yaralı Uygurları hastaneye getirip, TRT kameraları önünde ağlayan da yok.
*
Başta Deniz Fenerci arkadaşlar, din-iman ayaklarıyla bağış kampanyası başlatanı da görmüyoruz.
*
Kıytırık.Eften püften açıklamalar.
*
Çünkü, iki kusuru var Uygurların.Birincisi, Türk olmaları.İkincisi, Arapça konuşmamaları.
*
Müslüman olmaları bile yetmiyor.
*
Bakıyorum, Çin askerleri tarafından hurharca katledilen Uygur kızlarına...
Başları açık.E olmaz.
*
Üstelik, hadise "Sincan"da yaşanıyor, ki, 28 Şubat’ın merkezidir; en fenası o.
*
Dolayısıyla.Ankara’da İstanbul’da protesto gösterileri yapan Uygur soydaşlarımı uyarıyorum; uzatırsanız, polisimiz tarafından coplanırsınız...
Biz artık sizin bildiğiniz Türklerden değiliz...
Önce imama, sonra AB’ye uyduk, "Ne mutlu Türküm diyene" lafını bile kaldırıyoruz.
*
Bakü’ye kardeşim...
Bakü’ye.
Biz tadilat dolayısıyla kapalıyız.

4 Kasım 2008 Salı

..Yılmaz Özdil'den..-Mustafa’ya gittim...-

Sarhoş.
Kafayı bulunca ağlayan...
Hoyrat.
Soğuk.
Kalpsiz.
Çevresine eziyet eden...
İtiraz edeni asan...
Arkadaşlarını satan...
Goygoycuların dolduruşuna gelen...
Milletten bihaber.
Hatta milleti küçümseyen...
Alay eden.
Hesabını kitabını bilmeyen...
Batı hayranı.Sefa düşkünü.
O balo senin...
Bu balo benim, gezen.
Zampara.
Cephede bile karı-kız düşünen...
Savaşmadığı için sıkılan...
Ordu varken, çete kurmaya kalkan...
Devrimleri intikam için yapan...
Dinsiz.
Kendi heykellerini diktiren...
Megaloman.
Bencil.
Günde 3 paket sigara içen.
Usul usul intihar eden...
Psikolojik bunalımda...
Yalnız.
Çaresiz.
Basiretsiz.
Zavallı bir adam.

*
Mustafa’daki Mustafa bu.

*
Anafartalar 1 saniye.İşgal 2 saniye.
Tası tarağı toplayıp kaçmak için, sığır sürüsünün çıkardığı toz bulutundan bile tırsan...
Sığır sürüsüyle düşman ordusunu ayırt etmekten aciz biri...
Başkomutanlık meydan muharebesi desen...
Taktiğini falan başkasından araklamış zaten.

*
Hak edilmiş bence Oscar...

En azından Nobel.

18 Ekim 2008 Cumartesi

..Yılmaz Özdil'den..-Şehit dediğin parite midir?-

"İki kapılı bir han" olarak tarif etmiş hayatı, Veysel... Yetişmek için menzile, gidiyoruz gündüz gece.Kronometre tutsak...600 bin saat falandır hayat."Yaş 35, yolun yarısı" denilen...Alt tarafı 300 bin saat.
*
Yürekten baktığında bu kadar derin; rakamsal baktığında, bu kadar zavallı, bu kadar sefil bir süredir, hayat.
*
Mesela, önceki gün şehit olan 5 evladımızın adını aklında tutan var mı? Aktütün Bayraktepe’de düşen 17 evladımızın nereli olduğunu hatırlayan?5 ve 17’yi biliyoruz...Ya gerisi?
*
24 senedir vuruyor PKK...İlk baskında, Eruh’ta, "ilk şehit düşen" evladımızın kim olduğunu bilen?
*
Hadi bi soru daha...Mahsum Korkmaz Akademisi?Herkes bilir.Bekaa’daki PKK kampının adı.
*
Kimdir Mahsum Korkmaz?1984’te...Eruh’ta, ilk baskını yapıp, ilk şehit düşen evladımızı, Süleyman Aydın’ı vuran.
*
Çünkü, yüce Türk basınının haysiyetli gazetecileri, fellik fellik koşmuş, Bekaa’da Mahsum Korkmaz Akademisi’nde röportajlar yapmış, tanıtmış, akılda kalmasını sağlamış, bebek katili Abdullah Öcalan’ı bile "sempatik" hale getirerek, ilk tohumları ekmişti bu ülkeye.
*
Bakın, önceki gün askerlerinin başında çatışma bölgesine inerken bir tuğgeneral yaralandı... Star Haber dışında bütün televizyonlar, Hürriyet dışında onlarca gazete yanlış tuğgeneralin ismini verdi... Niye?Çünkü, PKK elebaşlarının isimlerini manşet manşet vermekten, o bölgede vuruşan generallerimizle röportaj yapmaya vakitleri yok arkadaşların.
*
Alt tarafı 600 bin saattir hayat.E merak ediyor insan...Bu kadar sefilleşmenin álemi var mı?

3 Ekim 2008 Cuma

..Yılmaz Özdil'den..-Takmayın kafanıza-


ABD ekonomisi ikiz kuleler gibi...
Çatırdaya çatırdaya çöküyor.
Lehman Brothers iflas etti.
Merrill Lynch sizlere ömür.
AIG’ye el konuldu.
1 trilyon dolar buhar oldu.
Avrupa panikte...
Bradford&Bingley kamulaştırıldı.
Fortis devletleştirildi.
Asya bunalımda...
Nikkei endeksi yerlerde.
Hang Seng ayvayı yedi.
Moskova Borsası kapatıldı.
Latin Amerika zaten ceset.

*
Haliyle, cevabı aranan soru şu:
"Türkiye’ye etkisi olur mu?"

*
Olmaz...
Bize bi şey olmaz.

*
Tilki kara kara düşünüyormuş.
Kaplumbağa görmüş...
"Hayrola" demiş.
"Sorma" demiş tilki...
"Morgıç bankaları battı,
mevduat bankaları battı,
orman piyasaları allak bullak,
şimdi bakarlar ki, bende kürk,
hanımda kürk, çocuklarda kürk,
devletin açıklarını kapatmak için vergi üstüne vergi alırlar.

"Kaplumbağa "eyvah" demiş...
"Bende ev, hanımda ev, çocuklarda ev,
suyu-elektriği-doğalgazı, dünyanın zammı çıkacak başımıza.

"Maymun bakmış bunlara...
"Bana ne birader" demiş...
"Benim kıçım açık, hanımın kıçı açık, çocukların kıçı açık..."

29 Temmuz 2008 Salı

..Dil Katliamı..

Maalesef günümüzde güzel dilimiz "Türkçeye" gereken önem ve değer verilmiyor.İçinde bulunduğumuz nesil özentiden dolayı dilimizi yabancılaştırıyor. Bundan dolayı bizden 30-40 yıl önce yaşamış şair ve yazarlarımızı anlamakta zorluk çekiyoruz.Bunun önüne geçmezsek bırakın 30-40 yılı içinde bulunduğumuz nesili bile anlamakta zorluk çekeceğiz.
Aşağıda bu katliamın yıllar içinde gelişimini okuyacaksınız.

NOT: Sakın şaşırmayın, aşağıdaki yazı aynı dilin (Türkçe) sözcüklerini içerir.


Yıl: 1967

"Karşıma aniden çıkınca ziyadesiyle şaşakaldım ve çok mütehassis oldum...
Nasil bir edâ takınacağıma hükûm veremedim, âdetâ vecde geldim.
Buna mukâbil az bir müddet sonra kendimi toparlar gibi oldum.
Cemalinde beni fevkalâde rahatlatan bir tebessüm vardı...
Üstümü başımı toparladım, kendimden emin bir sesle 'Akşam-i şerifleriniz hayrolsun' dedim.."


Yıl: 1977

"Karşıma birdenbire çıkınca çok şaşırdım ve hislendim..
Ne yapacağıma karar veremedim. heyecandan ayaklarım titredi.
Ama çok geçmeden kendime gelir gibi oldum, yüzünde beni rahatlatan bir gülümseme vardı.. Üstüme çeki düzen verdim. Kendimden emin bir sesle 'iyi akşamlar' dedim.."


Yil: 1987

"Karşıma aniden çıkınca fevkalâde şaşırdım ve duygulandım. . .
Nitekim ne yapacağıma hüküm veremedim, heyecandan ayaklarım titredi.
Amma ve lâkin kısa bir süre sonra kendime gelir gibi oldum:
Nitekim yüzünde beni ferahlatan bir tebessüm vardı..
Üstüme çeki düzen verdim, kendimden emin bir sesle 'Hayırlı akşamlar' dedim.."


Yil: 1997

"Karşıma birdenbire çıkınca çok şaşırdım ve duygulandım...
Fena halde kal geldi yani..
Ama bu iş bizi bozar dedim. Baktım o da bana bakıyor, bu iş tamamdır dedim...
Manitayı tavlamak için doğruldum, artistik bir sesle 'selam' dedim.."


Yıl: 2007


"Abi onu karşımda öyle görünce çüş falan oldum yani ve duygu durumum kabardı...
Oğlum bu işs bizi aşar dedim, fena göçeriz dedim, enjoy durumları yani...
Ama concon muyum ki ben, baktım ki o da bana kesik..
Sarıl oğlum dedim, bu manita senin...
'Hav ar yu yavrum?'"


DAHA FAZLA SÖZE GEREK VAR MI?

14 Temmuz 2008 Pazartesi

..Yılmaz ÖZDİL'den-ABD toprağı Türk toprağı-..

Biz, ABD konsolosluğuna langır lungur giremeyiz, ABD toprağıdır... Amerikalı da, olay var diye, sokağa müdahale edemez, çünkü Türk toprağıdır.

*
Hikáye.
*
Biz, ABD konsolosluğuna langır lungur giremeyiz, ABD toprağıdır... Amerikalı, canı sıkılırsa, sokağa müdahale eder, Türk toprağı Mürk toprağı tanımaz, gıkını bile çıkaramazsın.

*
Gerçek bu.

*
NATO vesilesiyle İzmir’de görev yapan Amerikalılarla büyüdüm. Ayıptır söylemesi, Atatürk Lisesi’nin hemen arkasındaki "high school"la az girmedik birbirimize... O zamanlar, cebinde döviz taşımak yasak, Marlboro yok, sigara diye içinden kütük çıkan Samsun içiyoruz... Faytonculardan "quarter dollar" alıp, Amerikalılara ait hastanenin çamaşırhanesine dalar, makinelerden sigara-çikolata falan indirirdik gizlice... Çok kızarlardı. Polise şikáyet ederlerdi bizi... İlk o zamanlar öğrenmiştim, "Türkiye’deki Amerikan topraklarına giremeyeceğimizi."

*
Sonra gazeteci oldum, çömez muhabirim... Bir gece telsizden anons patladı, Alsancak’ta olay var, fırladım. Gittim adı geçen adrese, polis kaynıyor. Fuhuş baskını olmuş... Kadınları tek tek çıkarıp, minibüse dolduruyorlar. E bakıyorum, ortada erkek yok. N’oluyor demeye kalmadı, Amerikan askeri polisi geldi. Military Police... Evden, dört tane yarma çıkardılar, hepsi Amerikalı, hepsi zurna... Alkolün etkisiyle dağıtmışlar, balkondan şişe atmışlar, itiraz eden komşuyu yumruklamışlar filan... Bizim polislere sırıta sırıta gittiler, İngilizce sinkaf ilave... O gece öğrenmiştim, Türkiye’deki Amerikan topraklarına giremeyeceğimiz gibi, "Türk topraklarına giren Amerikalılara dokunamayacağımızı..."

*

Önceki sene mi ne, İncirlik’te bizim binbaşının suratına basıp, kelepçe takmıştı Amerikalı çavuş...

O gün, bu versiyonu da öğrenmiştik.

*
Savaş gemini vurmuş, kafana çuval geçirmiş, Lübnan’a Afganistan’a bekçi dikmiş, sen hálá merak ediyorsun, "konsolosluğun önüne çıkabilir mi, çıkamaz mı?"

2 Temmuz 2008 Çarşamba

..Bu kadar sevebilir misiniz?..

Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez.... Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç... Birbirileriyle konuşacak cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında.... Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra...Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu...

Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen,banka hesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki...

Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü... Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı.Zorlu bir tedavi sürecine rağman çocuk sahibi olmayınca, "bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur" diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler... "Senin için ölürüm" derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adam "Hayır, ben senin için ölürüm" diye yanıt verirdi hep...Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, "Bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak...." Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu, "Mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma " Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı... Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten....

Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde "satılık" levhası asılı olan. "Ne dersin, bu evi alalım mı?" dedi adama. "Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan,martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı..." "Sen istersin de ben hiç hayır diyebilir miyim?" diye yanıt verdi adam. "Amerika'daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı... Kaç para olursa olsun, burası bizimdir artık...."

Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika'ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için,sahildeki evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı: "Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut..."

Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama, "Senin için ölürüm, biliyorsun,ne olur anlat" diye dil döktü boş yere... Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği...Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken, "Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım" diye sözünü kesti arkadaşı. "O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya.... "Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları" diye bağırdı kadın. Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı.... Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı... Kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerindeağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın...Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak,bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, "son bir kez kucaklamak isterim seni" diyecek oldu ama kadın, "defol" dedi nefretle...

İlk celsede boşandılar...

Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika'ya yerleştiğini öğrendi.Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu.Aradan bir yıl geçti... Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı. Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. "Sen, buraya ne yüzle geliyorsun" diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. "Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor." dedi genç kadın. Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı: "Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü. Geçen yıl Amerika'daki kongre sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldığını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika'ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi..."

Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda.İlk kağıtta, "Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem" diyordu... Sırayla okudu; "Seni çok sevdim", "Seni sevmekten hiç vazgeçmedim", "Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim." "Fakat benim için ölmeni istemedim" "Şimdi bana söz vermeni istiyorum." "Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?" son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı: "Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım...."

(alıntı)

..Hayattan ne öğrendim?..

Hayattan ne öğrendim?
Ağır bir ÖSS sorusu gibiydi Esquire dergisininki... “Hayattan ne öğrendiniz?”Verilen süre içinde aklıma gelenleri aşağıda yazdım.Yanlışların doğruları götürmeyeceğini umuyorum:
* * *
Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum. Işığı gördüm, korktum. Ağladım.Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim. Karanlığı gördüm, korktum.Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...Ağladım.
* * *
Yaşamayı öğrendim.Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu; aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.
* * *
Zamanı öğrendim.Yarıştım onunla...Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...
* * *
İnsanı öğrendim.Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...Sonra da her insanın içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.
* * *
Sevmeyi öğrendim.Sonra güvenmeyi...Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.
* * *
İnsan tenini öğrendim.Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.
* * *
Evreni öğrendim.Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.
* * *
Ekmeği öğrendim.Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini...Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.
* * *
Okumayı öğrendim.Kendime yazıyı öğrettim sonra...Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...
* * *
Gitmeyi öğrendim.Sonra dayanamayıp dönmeyi...Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...
* * *
Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta...Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine aydım.
* * *
Düşünmeyi öğrendim.Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.
* * *
Namusun önemini öğrendim evde...Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu; gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el sürmemek olduğunu öğrendim.
* * *
Gerçeği öğrendim bir gün...Ve gerçeğin acı olduğunu...Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim.
* * *
Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.................................................

Her kelimesinin altı çizilerek okunacak bir deneme Can Dündar'dan.İnsan düşünüyor;acaba ben bunları öğrenebildim mi,diye..sanırım öğrenebilen başarılı oluyor..

12 Haziran 2008 Perşembe

..Yılmaz Özdil'den..-I love Humeyni!...-

"Humeyni’yi seviyorum.

Atatürk’ü sevmiyorum.

Maraş’ta Fransız askerleri Nene Hatun’un başörtüsüne uzandı. Sütçü İmam ilk ateşi açtı, böylelikle Kurtuluş Savaşı başladı. O dönemin sosyolojik yapısını incelerseniz, cephedeki insanlar hep Müslüman... Atatürk olmasaydı, İngilizler olsaydı, haklarım daha geniş olacaktı."
*
Böyle dedi.
*
"Türbanlı böyle dedi" demiyorum; çünkü bütün türbanlılar böyle düşünmediği gibi, böyle düşünen türbansızlar da var. Demem şu...
*
Nene Hatun, Maraşlı değil.Erzurumlu.
Savaştığı düşman, Fransız değil.Rus.
Rus başörtüsüne saldırmadı.Aziziye Tabyası’na saldırdı.
Milli mücadelenin mangal yürekli evladıdır ama, milli mücadelenin ilk kurşununu Sütçü İmam sıkmadı.Hasan Tahsin sıktı.
Maraş’ta değil, İzmir’de.
Takvime bak..
Hasan Tahsin’in tetiğe basmasıyla, Sütçü İmam’ın tetiğe basması arasında 6 ay var...
Sütçü İmam, Fransız vurmadı.Ermeni vurdu.
Maraş’ta düşmana ilk müdahaleyi yapan da, aslında Sütçü İmam değil. Çakmakçı Sait.
Silahı yoktu.Yumruğuyla saldırdı.Şehit oldu.
Maraş’ı önce kim işgal etti?
Arkadaşın İngilteresi!
Kim sesini çıkarmadı?
Arkadaşın padişah efendisi!
Kim kurtardı?
Arkadaşa daha geniş haklar tanıyacak olan İngilizlerin gemisiyle kaçan padişah efendinin idam etmek için arattığı Atatürk!
*
O dönemin sosyolojik yapısını incelerseniz, cephedeki insanların hep Müslüman olmadığını da görürsünüz...
Bizzat Ordinaryüs Profesör Mazhar Osman’ın ağlayarak okuduğu "şehit listesi"ne göre, bu toprakları İngilizler işgal etmesin diye savaşan, can veren İstanbullu hekimler arasında, 140 Türk, 32 Ermeni, 25 Rum, 18 Yahudi var. Ve, dikkatinizi çekerim, hepsine birden "şehit" demişler...
Çünkü şehitlik kavramı, "o dönemin sosyolojik yapısı"na göre, dinle alakalı değil, yurtseverlikle alakalı.
*
Uzatmayayım.
Tehlike ne İran’dır, ne İngiltere...

Kara cehalettir.