HOŞ GELDİNİZ

4 Kasım 2008 Salı

..Yılmaz Özdil'den..-Mustafa’ya gittim...-

Sarhoş.
Kafayı bulunca ağlayan...
Hoyrat.
Soğuk.
Kalpsiz.
Çevresine eziyet eden...
İtiraz edeni asan...
Arkadaşlarını satan...
Goygoycuların dolduruşuna gelen...
Milletten bihaber.
Hatta milleti küçümseyen...
Alay eden.
Hesabını kitabını bilmeyen...
Batı hayranı.Sefa düşkünü.
O balo senin...
Bu balo benim, gezen.
Zampara.
Cephede bile karı-kız düşünen...
Savaşmadığı için sıkılan...
Ordu varken, çete kurmaya kalkan...
Devrimleri intikam için yapan...
Dinsiz.
Kendi heykellerini diktiren...
Megaloman.
Bencil.
Günde 3 paket sigara içen.
Usul usul intihar eden...
Psikolojik bunalımda...
Yalnız.
Çaresiz.
Basiretsiz.
Zavallı bir adam.

*
Mustafa’daki Mustafa bu.

*
Anafartalar 1 saniye.İşgal 2 saniye.
Tası tarağı toplayıp kaçmak için, sığır sürüsünün çıkardığı toz bulutundan bile tırsan...
Sığır sürüsüyle düşman ordusunu ayırt etmekten aciz biri...
Başkomutanlık meydan muharebesi desen...
Taktiğini falan başkasından araklamış zaten.

*
Hak edilmiş bence Oscar...

En azından Nobel.

18 Ekim 2008 Cumartesi

..Yılmaz Özdil'den..-Şehit dediğin parite midir?-

"İki kapılı bir han" olarak tarif etmiş hayatı, Veysel... Yetişmek için menzile, gidiyoruz gündüz gece.Kronometre tutsak...600 bin saat falandır hayat."Yaş 35, yolun yarısı" denilen...Alt tarafı 300 bin saat.
*
Yürekten baktığında bu kadar derin; rakamsal baktığında, bu kadar zavallı, bu kadar sefil bir süredir, hayat.
*
Mesela, önceki gün şehit olan 5 evladımızın adını aklında tutan var mı? Aktütün Bayraktepe’de düşen 17 evladımızın nereli olduğunu hatırlayan?5 ve 17’yi biliyoruz...Ya gerisi?
*
24 senedir vuruyor PKK...İlk baskında, Eruh’ta, "ilk şehit düşen" evladımızın kim olduğunu bilen?
*
Hadi bi soru daha...Mahsum Korkmaz Akademisi?Herkes bilir.Bekaa’daki PKK kampının adı.
*
Kimdir Mahsum Korkmaz?1984’te...Eruh’ta, ilk baskını yapıp, ilk şehit düşen evladımızı, Süleyman Aydın’ı vuran.
*
Çünkü, yüce Türk basınının haysiyetli gazetecileri, fellik fellik koşmuş, Bekaa’da Mahsum Korkmaz Akademisi’nde röportajlar yapmış, tanıtmış, akılda kalmasını sağlamış, bebek katili Abdullah Öcalan’ı bile "sempatik" hale getirerek, ilk tohumları ekmişti bu ülkeye.
*
Bakın, önceki gün askerlerinin başında çatışma bölgesine inerken bir tuğgeneral yaralandı... Star Haber dışında bütün televizyonlar, Hürriyet dışında onlarca gazete yanlış tuğgeneralin ismini verdi... Niye?Çünkü, PKK elebaşlarının isimlerini manşet manşet vermekten, o bölgede vuruşan generallerimizle röportaj yapmaya vakitleri yok arkadaşların.
*
Alt tarafı 600 bin saattir hayat.E merak ediyor insan...Bu kadar sefilleşmenin álemi var mı?

3 Ekim 2008 Cuma

..Yılmaz Özdil'den..-Takmayın kafanıza-


ABD ekonomisi ikiz kuleler gibi...
Çatırdaya çatırdaya çöküyor.
Lehman Brothers iflas etti.
Merrill Lynch sizlere ömür.
AIG’ye el konuldu.
1 trilyon dolar buhar oldu.
Avrupa panikte...
Bradford&Bingley kamulaştırıldı.
Fortis devletleştirildi.
Asya bunalımda...
Nikkei endeksi yerlerde.
Hang Seng ayvayı yedi.
Moskova Borsası kapatıldı.
Latin Amerika zaten ceset.

*
Haliyle, cevabı aranan soru şu:
"Türkiye’ye etkisi olur mu?"

*
Olmaz...
Bize bi şey olmaz.

*
Tilki kara kara düşünüyormuş.
Kaplumbağa görmüş...
"Hayrola" demiş.
"Sorma" demiş tilki...
"Morgıç bankaları battı,
mevduat bankaları battı,
orman piyasaları allak bullak,
şimdi bakarlar ki, bende kürk,
hanımda kürk, çocuklarda kürk,
devletin açıklarını kapatmak için vergi üstüne vergi alırlar.

"Kaplumbağa "eyvah" demiş...
"Bende ev, hanımda ev, çocuklarda ev,
suyu-elektriği-doğalgazı, dünyanın zammı çıkacak başımıza.

"Maymun bakmış bunlara...
"Bana ne birader" demiş...
"Benim kıçım açık, hanımın kıçı açık, çocukların kıçı açık..."

29 Temmuz 2008 Salı

..Dil Katliamı..

Maalesef günümüzde güzel dilimiz "Türkçeye" gereken önem ve değer verilmiyor.İçinde bulunduğumuz nesil özentiden dolayı dilimizi yabancılaştırıyor. Bundan dolayı bizden 30-40 yıl önce yaşamış şair ve yazarlarımızı anlamakta zorluk çekiyoruz.Bunun önüne geçmezsek bırakın 30-40 yılı içinde bulunduğumuz nesili bile anlamakta zorluk çekeceğiz.
Aşağıda bu katliamın yıllar içinde gelişimini okuyacaksınız.

NOT: Sakın şaşırmayın, aşağıdaki yazı aynı dilin (Türkçe) sözcüklerini içerir.


Yıl: 1967

"Karşıma aniden çıkınca ziyadesiyle şaşakaldım ve çok mütehassis oldum...
Nasil bir edâ takınacağıma hükûm veremedim, âdetâ vecde geldim.
Buna mukâbil az bir müddet sonra kendimi toparlar gibi oldum.
Cemalinde beni fevkalâde rahatlatan bir tebessüm vardı...
Üstümü başımı toparladım, kendimden emin bir sesle 'Akşam-i şerifleriniz hayrolsun' dedim.."


Yıl: 1977

"Karşıma birdenbire çıkınca çok şaşırdım ve hislendim..
Ne yapacağıma karar veremedim. heyecandan ayaklarım titredi.
Ama çok geçmeden kendime gelir gibi oldum, yüzünde beni rahatlatan bir gülümseme vardı.. Üstüme çeki düzen verdim. Kendimden emin bir sesle 'iyi akşamlar' dedim.."


Yil: 1987

"Karşıma aniden çıkınca fevkalâde şaşırdım ve duygulandım. . .
Nitekim ne yapacağıma hüküm veremedim, heyecandan ayaklarım titredi.
Amma ve lâkin kısa bir süre sonra kendime gelir gibi oldum:
Nitekim yüzünde beni ferahlatan bir tebessüm vardı..
Üstüme çeki düzen verdim, kendimden emin bir sesle 'Hayırlı akşamlar' dedim.."


Yil: 1997

"Karşıma birdenbire çıkınca çok şaşırdım ve duygulandım...
Fena halde kal geldi yani..
Ama bu iş bizi bozar dedim. Baktım o da bana bakıyor, bu iş tamamdır dedim...
Manitayı tavlamak için doğruldum, artistik bir sesle 'selam' dedim.."


Yıl: 2007


"Abi onu karşımda öyle görünce çüş falan oldum yani ve duygu durumum kabardı...
Oğlum bu işs bizi aşar dedim, fena göçeriz dedim, enjoy durumları yani...
Ama concon muyum ki ben, baktım ki o da bana kesik..
Sarıl oğlum dedim, bu manita senin...
'Hav ar yu yavrum?'"


DAHA FAZLA SÖZE GEREK VAR MI?

14 Temmuz 2008 Pazartesi

..Yılmaz ÖZDİL'den-ABD toprağı Türk toprağı-..

Biz, ABD konsolosluğuna langır lungur giremeyiz, ABD toprağıdır... Amerikalı da, olay var diye, sokağa müdahale edemez, çünkü Türk toprağıdır.

*
Hikáye.
*
Biz, ABD konsolosluğuna langır lungur giremeyiz, ABD toprağıdır... Amerikalı, canı sıkılırsa, sokağa müdahale eder, Türk toprağı Mürk toprağı tanımaz, gıkını bile çıkaramazsın.

*
Gerçek bu.

*
NATO vesilesiyle İzmir’de görev yapan Amerikalılarla büyüdüm. Ayıptır söylemesi, Atatürk Lisesi’nin hemen arkasındaki "high school"la az girmedik birbirimize... O zamanlar, cebinde döviz taşımak yasak, Marlboro yok, sigara diye içinden kütük çıkan Samsun içiyoruz... Faytonculardan "quarter dollar" alıp, Amerikalılara ait hastanenin çamaşırhanesine dalar, makinelerden sigara-çikolata falan indirirdik gizlice... Çok kızarlardı. Polise şikáyet ederlerdi bizi... İlk o zamanlar öğrenmiştim, "Türkiye’deki Amerikan topraklarına giremeyeceğimizi."

*
Sonra gazeteci oldum, çömez muhabirim... Bir gece telsizden anons patladı, Alsancak’ta olay var, fırladım. Gittim adı geçen adrese, polis kaynıyor. Fuhuş baskını olmuş... Kadınları tek tek çıkarıp, minibüse dolduruyorlar. E bakıyorum, ortada erkek yok. N’oluyor demeye kalmadı, Amerikan askeri polisi geldi. Military Police... Evden, dört tane yarma çıkardılar, hepsi Amerikalı, hepsi zurna... Alkolün etkisiyle dağıtmışlar, balkondan şişe atmışlar, itiraz eden komşuyu yumruklamışlar filan... Bizim polislere sırıta sırıta gittiler, İngilizce sinkaf ilave... O gece öğrenmiştim, Türkiye’deki Amerikan topraklarına giremeyeceğimiz gibi, "Türk topraklarına giren Amerikalılara dokunamayacağımızı..."

*

Önceki sene mi ne, İncirlik’te bizim binbaşının suratına basıp, kelepçe takmıştı Amerikalı çavuş...

O gün, bu versiyonu da öğrenmiştik.

*
Savaş gemini vurmuş, kafana çuval geçirmiş, Lübnan’a Afganistan’a bekçi dikmiş, sen hálá merak ediyorsun, "konsolosluğun önüne çıkabilir mi, çıkamaz mı?"

2 Temmuz 2008 Çarşamba

..Bu kadar sevebilir misiniz?..

Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez.... Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç... Birbirileriyle konuşacak cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında.... Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra...Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu...

Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen,banka hesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki...

Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü... Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı.Zorlu bir tedavi sürecine rağman çocuk sahibi olmayınca, "bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur" diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler... "Senin için ölürüm" derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adam "Hayır, ben senin için ölürüm" diye yanıt verirdi hep...Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, "Bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak...." Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu, "Mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma " Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı... Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten....

Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde "satılık" levhası asılı olan. "Ne dersin, bu evi alalım mı?" dedi adama. "Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan,martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı..." "Sen istersin de ben hiç hayır diyebilir miyim?" diye yanıt verdi adam. "Amerika'daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı... Kaç para olursa olsun, burası bizimdir artık...."

Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika'ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için,sahildeki evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı: "Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut..."

Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama, "Senin için ölürüm, biliyorsun,ne olur anlat" diye dil döktü boş yere... Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği...Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken, "Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım" diye sözünü kesti arkadaşı. "O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya.... "Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları" diye bağırdı kadın. Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı.... Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı... Kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerindeağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın...Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak,bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, "son bir kez kucaklamak isterim seni" diyecek oldu ama kadın, "defol" dedi nefretle...

İlk celsede boşandılar...

Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika'ya yerleştiğini öğrendi.Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu.Aradan bir yıl geçti... Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı. Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. "Sen, buraya ne yüzle geliyorsun" diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. "Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor." dedi genç kadın. Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı: "Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü. Geçen yıl Amerika'daki kongre sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldığını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika'ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi..."

Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda.İlk kağıtta, "Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem" diyordu... Sırayla okudu; "Seni çok sevdim", "Seni sevmekten hiç vazgeçmedim", "Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim." "Fakat benim için ölmeni istemedim" "Şimdi bana söz vermeni istiyorum." "Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?" son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı: "Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım...."

(alıntı)

..Hayattan ne öğrendim?..

Hayattan ne öğrendim?
Ağır bir ÖSS sorusu gibiydi Esquire dergisininki... “Hayattan ne öğrendiniz?”Verilen süre içinde aklıma gelenleri aşağıda yazdım.Yanlışların doğruları götürmeyeceğini umuyorum:
* * *
Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum. Işığı gördüm, korktum. Ağladım.Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim. Karanlığı gördüm, korktum.Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...Ağladım.
* * *
Yaşamayı öğrendim.Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu; aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.
* * *
Zamanı öğrendim.Yarıştım onunla...Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...
* * *
İnsanı öğrendim.Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...Sonra da her insanın içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.
* * *
Sevmeyi öğrendim.Sonra güvenmeyi...Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.
* * *
İnsan tenini öğrendim.Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.
* * *
Evreni öğrendim.Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.
* * *
Ekmeği öğrendim.Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini...Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.
* * *
Okumayı öğrendim.Kendime yazıyı öğrettim sonra...Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...
* * *
Gitmeyi öğrendim.Sonra dayanamayıp dönmeyi...Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...
* * *
Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta...Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine aydım.
* * *
Düşünmeyi öğrendim.Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.
* * *
Namusun önemini öğrendim evde...Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu; gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el sürmemek olduğunu öğrendim.
* * *
Gerçeği öğrendim bir gün...Ve gerçeğin acı olduğunu...Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim.
* * *
Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.................................................

Her kelimesinin altı çizilerek okunacak bir deneme Can Dündar'dan.İnsan düşünüyor;acaba ben bunları öğrenebildim mi,diye..sanırım öğrenebilen başarılı oluyor..

12 Haziran 2008 Perşembe

..Yılmaz Özdil'den..-I love Humeyni!...-

"Humeyni’yi seviyorum.

Atatürk’ü sevmiyorum.

Maraş’ta Fransız askerleri Nene Hatun’un başörtüsüne uzandı. Sütçü İmam ilk ateşi açtı, böylelikle Kurtuluş Savaşı başladı. O dönemin sosyolojik yapısını incelerseniz, cephedeki insanlar hep Müslüman... Atatürk olmasaydı, İngilizler olsaydı, haklarım daha geniş olacaktı."
*
Böyle dedi.
*
"Türbanlı böyle dedi" demiyorum; çünkü bütün türbanlılar böyle düşünmediği gibi, böyle düşünen türbansızlar da var. Demem şu...
*
Nene Hatun, Maraşlı değil.Erzurumlu.
Savaştığı düşman, Fransız değil.Rus.
Rus başörtüsüne saldırmadı.Aziziye Tabyası’na saldırdı.
Milli mücadelenin mangal yürekli evladıdır ama, milli mücadelenin ilk kurşununu Sütçü İmam sıkmadı.Hasan Tahsin sıktı.
Maraş’ta değil, İzmir’de.
Takvime bak..
Hasan Tahsin’in tetiğe basmasıyla, Sütçü İmam’ın tetiğe basması arasında 6 ay var...
Sütçü İmam, Fransız vurmadı.Ermeni vurdu.
Maraş’ta düşmana ilk müdahaleyi yapan da, aslında Sütçü İmam değil. Çakmakçı Sait.
Silahı yoktu.Yumruğuyla saldırdı.Şehit oldu.
Maraş’ı önce kim işgal etti?
Arkadaşın İngilteresi!
Kim sesini çıkarmadı?
Arkadaşın padişah efendisi!
Kim kurtardı?
Arkadaşa daha geniş haklar tanıyacak olan İngilizlerin gemisiyle kaçan padişah efendinin idam etmek için arattığı Atatürk!
*
O dönemin sosyolojik yapısını incelerseniz, cephedeki insanların hep Müslüman olmadığını da görürsünüz...
Bizzat Ordinaryüs Profesör Mazhar Osman’ın ağlayarak okuduğu "şehit listesi"ne göre, bu toprakları İngilizler işgal etmesin diye savaşan, can veren İstanbullu hekimler arasında, 140 Türk, 32 Ermeni, 25 Rum, 18 Yahudi var. Ve, dikkatinizi çekerim, hepsine birden "şehit" demişler...
Çünkü şehitlik kavramı, "o dönemin sosyolojik yapısı"na göre, dinle alakalı değil, yurtseverlikle alakalı.
*
Uzatmayayım.
Tehlike ne İran’dır, ne İngiltere...

Kara cehalettir.

4 Haziran 2008 Çarşamba

..Yılmaz Özdil'den..-Orhan Pamuk iftira atıyor...-

Evet, iftira atıyor...
Türk milli takımı için "yabancı düşmanlığı üreten bir makine" diyor.
*
Aurelio, Konyalı mıdır?
*
Voleybol, Natalia Hanikoğlu, Rus.
Boks, Ramazan Palyani, Gürcü.
Basketbol, Ermal Kurtoğlu, Arnavut.
Yüzme, Serkan Atasay, Ukraynalı.
Atletizm, Elvan Abeylegesse,
Etiyopyalı.Masa tenisi, CemZeng,
Çinli.Güreş, RamazanŞahin,
Rus.Hentbol, Nergis Türkay,
Azeri.Okçuluk, Natalia Nasaridze,
Gürcü.Satranç, Ekatirana Atalık,
Rus.Hepsi milli...
*
Mirsad Türkcan?Mirsad Yahoviç, Boşnak.
Demir Atasoy?Dmytri Chersakov, Ukraynalı.
Ebru Kavaklıoğlu?Yelena Kopytova, Rus.
Selim Bayrak?Shimelis Legese, Etiyopyalı.
Melek Hu?Hou Mei Ling, Çinli.
Hepsi milli...
*
Devşirme kavramı, spora yarar getirir, zarar getirir, o ayrı konu.
*
Pamuk efendi!"Türk milli takımı, yabancı düşmanlığı üreten bir makine"yse... Bu çocuklar nasıl oluyor da,
Türk milli takımında ay-yıldız taşıyor?

27 Mayıs 2008 Salı

..Yılmaz Özdil'den..-Eurovision-

Eurovision

Rusya
Ukrayna
Yunanistan
Ermenistan
Norveç
Sırbistan
Türkiye
Azerbaycan
İsrail
Bosna.
Eurovision’un ilk 10’u böyle.
*
Deniyor ki:"Komşu komşuya oy verdi...
"Yanlış.Komşu komşuya oy verdiyse,
İspanya, neden Portekiz veya Fransa yerine, Romanya’ya 12 puan verdi?
Portekiz, neden İspanya yerine, 12 puanı Ukrayna’ya verdi?
Fransa, Hollanda, Belçika ve Yunanistan, komşu olduğu için mi Ermenistan’a 12 verdi?
İsrail, komşu olduğu için mi Rusya’ya 12 verdi?
Almanya’nın 10’u bize, 12’si Yunanistan’a...
Komşu mudur?*Peki nedir?
*
AB çökmüştür!İlk 10’a bakın...
Bir tane AB üyesi ülke yok.
*
"Yunanistan var" derseniz...
Ben de size,
"İlk 4’e biraz daha yakından bakın" derim...
4’ü de Ortodoks!İlk 10’da 5 Ortodoks, 3 Müslüman, 1 Evanjelik, 1 Musevi var.
Hani, Katolik Avrupa?
*
Kabul edilse de, edilmese de, ulus devletleri tespih gibi etrafına dizen Rusya’nın borusu ötüyor AB topraklarında...
Siyasi, ekonomik, nüfus ve nüfuz olarak, gerçek bu.
*
Bize gelince...
*
Sınırlarını korumak için Mehmetçik gönderdiğimiz, liman sattığımız İsrail’den "sıfır" aldık... "KKTC size feda olsun" dediğimiz Kıbrıs Rumu’ndan "sıfır" aldık...
"Hepimiz Ermeniyiz" dediğimiz Ermenistan’dan "sıfır" aldık...
"Dostum Kosta" dediğimiz, banka sattığımız Yunanistan’dan "sıfır" aldık...
Medeniyetler İttifakı yaptığımız İspanya’dan "sıfır" aldık...

Saftirikliği bırakmanın zamanıdır.

24 Mayıs 2008 Cumartesi

..Yılmaz Özdil'den..-Yes, no...-

Kerem...
Alman Lisesi’ni bitirdi.Koç Üniversitesi’ni bitirdi.
İşletme diploması aldı.Boğaziçi Üniversitesi’ne gitti.Yüksek lisans yaptı.
Mimari tarih üzerine...
Koç Üniversitesi’ne döndü.Öğretim üyesi olarak çalıştı.
Sonra, İTÜ’ye geçti.
Doktora yapıyor.
*
Harun...
Alman Lisesi’ni bitirdi.Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirdi.
Felsefe diploması aldı.Ekolojiyle ilgileniyor.
*
Burak...
İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı şan bölümünü bitirdi, opera çalıştı.
*
Kerem...
Jazz-rock’la başladı;
Rolling Stones yorumladı; bana göre, yerli Jimi Hendrix.
*
Mor ve Ötesi bu.
*
Türkiye’nin seçkin okullarını bir defa değil, defalarca bitirdiler.
Anadili seviyesinde İngilizce ve Almanca biliyorlar.
İsteseler, çok rahat İngilizce şarkı yapabilirler.
Ama...
Yabancı dilin kompleks haline getirildiği;
anca "yes, no" diyebilenlerin özgeçmişlerine "İngilizce biliyor" diye yazdırdığı; İbrahim Tatlıses’in "van tu tiri forroo" dediği bir ülkede...
Eurovision’a "Türkçe" katıldılar.
*
Bugün alacakları derece ne olursa olsun,
"teşekkür" borçluyuz,

teşekkür...

13 Mayıs 2008 Salı

Atatürk'e Has 30 Özellik!

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN KURUCUSU ULU ÖNDER ATATÜRK’ÜN KENDİNE HAS 30 ÖZELLİĞİ
1.”ATA” LAFINI SEVMEZDİ “Atatürk” hitabını ilk kez dönemin Türk Dil Kurumu Başkanı bir konuşmasında kullanmış, Mustafa Kemal de çok beğenerek soyadı olarak almıştı.Kendisine Ata” diye hitap edilmesinden hiç hoşlanmazdi.
2.EN SEVDİĞİ YEMEK Manastır Askeri Lisesi yıllarından kalan bir alışkanlıkla hayatı boyunca en sevdiği yemek kuru fasulye ve pilav olarak kaldı. Tatlıya düşkün değildi ama canı istediğinde çok sevdiği gül reçelini tercih ederdi.
3.EN BÜYÜK HAYALİ DÜNYA TURUNA ÇIKMAKTI Ömrü yetseydi bir dünya turuna çıkıp Türk dili ve tarihi üzerindeki çalışmalarını genişletmek en büyük hayaliydi.
4.BAŞUCU KİTABI “ÇALIKUŞU” Binlerce kitabı vardı.Ama bunların arasında bir tanesini hayatı boyunca hatta cephede bile başucundan ayırmadı. Reşat Nuri Güntekin’in ünlü Çalikuşu” romanını hep yanında taşır her gün rastgele bir yerinden açar birkaç sayfa okurdu.
5.KABUL SALONUNDAKİ AT YAVRUSU Atlardan sonra en sevdiği hayvan köpekti. “Fox” adını verdiği köpeği Gazi`nin yatağının ayak ucunda uyurdu. Hayvanlara düşkünlüğü o dereceydi ki bir gün misafirlerinin de görebilmesi için yeni doğmuş bir tayla annesinin Çankaya Köşkü kabul salonuna getirilmesini bile emretmişti.
6.TAM BİR SALON ADAMI En sevdiği dans valsti. Müzik zevki çeşitlilik gösteriyordu.Klasik Batı müziği dışında Anadolu ezgilerini de severek dinlerdi.
7.GÖMLEKLERİNİN TÜMÜ BEYAZDI Gömleklerinin hepsi beyazdı. Bu gömlekler ilk yıllarda İsviçre`de özel olarak dikilirken sonra yerli malı kullanma kampanyasına öncülük edebilmek için Beyoğlu`nda bir terziye diktirilmeye başlanmıştı.
8.DOLABINDA LACİVERTE YER YOKTU Takım elbiselerinin tasarımlarını hep kendisi çizerdi.Lacivert takım giymeyi sevmezdi.
9.ÖLÇÜLERİ Boyu 1.74 idi.Hayatının son dönemlerine kadar 76 olan kilosu hastalığının ilerlemeye başlamasıyla 46′ya kadar düşmüştü. 43 numara siyah rugan ayakkabı giyerdi. 10.RUMELİ ŞİVESİ Özenli ve temiz bir Türkçe konuşurdu. Ancak bazi kelimeleri Rumeli şivesiyle telaffuz ederdi.
11.HAZİN BİR HİKAYE Hayatında bir dönem çok önemli yer tutan Mustafa Kemal`in evlenmesinden sonra hayatına trajik bir şekilde son veren Fikriye Hanım`ın mezarının nerede olduğu bilinmiyor.
12.CUMHURBASKANLIĞINDAN SIKILIYORDU. Hayatının çoğunu geçirdiği savaş cephelerinden sonra Cumhurbaşkanı olarak geçirdiği yıllar ona bir tecrit yaşantısı gibi geliyor,çok sevdiği halkından ve sade bir vatandaş yaşamından uzaklaştığını düşünüyordu.
13.PAPA`NIN TEMSİLCİSİNE ELBİSE Kıyafet Kanunu çerçevesinde tüm din adamlarının dini kıyafetleriyle sokağa çıkmaları yasaklanınca* Monsenyor Roncalli`ye kendi terzisi Kemal Milaslı eliyle bir koleksiyon hazırlattı.
14.KENDİSİ TRAŞ OLMAZDI. Sabah kahvaltılarıyla arası hiç hoş değildi.Yataktan kalkar kalkmaz odasındaki divanın üzerine bağdaş kurarak oturur, günün ilk kahvesini sigarasını içerdi.Bir özelliği de kendi kendine traş olmamasıydı.
15.DÜZEN TAKINTISI VARDI Evinde,çevresinde hatta konuk olduğu evlerde bile eğri duran eşyaları düzeltmeden rahat edemezdi.
16.HOŞGÖRÜLÜ LİDER Köylunün birinin gazete kağıdına sardığı tütünü içmeye çalışırken eli yanmış*”Alın bunu kendi içsin” diyerek Atatürk`e küfretmişti.Mahkemeye çıkarılacaktı. Atatürk olayı dinledikten sonra “Onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin edin” dedi.
17.SİGARA PAZARLIĞI Hastalığının başlangıcında kendisini muayene eden Dr.Fissinger günde kaç paket sigara içtiğini sormuş, Atatürk “sekiz” demişti. Doktor bunu günde bir pakete indirmesi gerektiğini söyleyince gülümseyerek cevap vermişti:”Ben zaten bir paket içiyorum. Bundan sonra bunu sizin izninizle yapacağım”.
18.”BU NASIL HALKÇILIK?” Bir sabah milletvekilleri ile trene binmişti.Kondüktörün milletvekillerinden bilet parası almamasına şaşırmış nedenini sormuştu.Trenin milletvekillerine bedava olduğunu öğrenince epey sinirlenmiş”Ne de güzel halkçılık ama” demişti.
19.”LAİKLİK ADAM OLMAKTIR!” İlk mecliste bir oturum sırasında üyelerden biri laikliğin ne manaya geldiğini anlamadiğini söyleyince Gazi çok sinirlenmiş ve elini kürsüye vurarak bir din bilgini olan üyeye cevap vermişti: “Adam olmak demektir hocam,adam olmak!” 20.KURBANLARI BAĞIŞLARDI Gittiği yurt gezilerinde kendisi için kurban edilen hayvanlara bakamaz böyle durumlarda sırtını döner ya da kesilmelerini engellerdi.
21.YABANCI DİLE MERAKI Askeri lisede öğrenmeye başladığı Fransızca’yı sonraki yıllarda geliştirdi. Zengin bir kelime bilgisi vardi. Konuşurken araya Fransızca sözcükler de eklerdi.
22.FASULYESİNE POKER Kumardan hoşlanmaz ama arkadaşlarıyla fasulyesine poker oynardi.Oyun sonunda kazandıklarını iade ederdi.
23.KAN GÖRMEYE DAYANAMAZDI Cephelerde düşmanla göğüs göğüse savaşmış biri olarak en ilginç özelliği savaş meydanları dışında kan görünce fenalaşmasıydı.
24.KULAKLARI DUYAN TEK KİŞİ. Fransız tarihcisi Herriot Ankara`ya geldiğinde Gazi`nin kulaklarının duyuyor olmasına şaşırmış anılarında bunu espirili bir dille anlatmişti: “T.C`de bir tane kulakları duyan kişi var onu da Cumhurbaşkanı yapmışlar”.
25.BİR RİCASI BAŞ AÇTIRDI Bir gün halk arasında dolaşırken çarşaflı bir kadına rastlamış* “Hafiz Hanım benim hatırım için başındaki örtüyü açar mısın?” diye sormuştu. Kadın baş örtüsünü açarak Atatürk`ün önünde eğildi ve ellerini öptü.
26.BİLARDO VE YÜZME Sportmen kişiliği vardı. Her gün at biner,yüzmeye gider ve bilardo oynardı.
27.EN BAŞARILI DERS. Eğitim hayatı boyunca en başarılı dersi matematikti. Pozitif bilimlere ilgisi hayatı boyunca sürdü.
28.YAĞCILARA GEÇİT YOK Yağcılara çok kızardı. Bir akşam sofrasında kendisine gereksiz şekilde iltifat eden Abdülhak Hamit`e müdahale etti.
29.SON YILBAŞI GECESİ 1937yi 1938`e bağlayan son yılbaşi gecesini Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile baş başa geçirmişti. O gece dolabındaki bazı elbiseleri bakana hediye etmişti.

30.KÖŞKTEKİ GÜVERCİNLİK Kuşları çok severdi.Çankaya Köşkü`nde özel bir bakıcının ilgilendiği güvercinliği vardı.

Türkçe Nereye Gidiyor?

"Dünyanın en yaygın dillerinden biri olan güzel Türkçemiz her geçen gün yeni bir tehlikeyle yüz yüze kalmaktadır.
Gerek yabancı dillerin dilimizi kirletmesi gerekse de bizlerin dili kötü kullanması Türkçemizi içinden çıkılmaz dipsiz kuyulara itmektedir.
Bugün Türkçeyi anlamlı-anlamsız binlerce yabancı kelime işgâl etmektedir.Türklerin İslâmiyeti kabulünden önceki dönemlerde “Öz Türkçe”, dışarıdan gelebilecek tüm tehlikelere karşı kapalı bir kutu gibiydi.
“İslamiyete Geçiş Dönemi”nin ünlü dilbilimcisi Kaşgarlı Mahmut, Türk dilinin ilk dilbilgisi ve sözlüğü olan Divanü Lügati’t Türk’te 7500 adet “Öz Türkçe” sözcüğün varlığından söz etmekteydi. Türk dili, Türklerin İslamiyeti kabulünden sonraki dönemlerde; yabancı dillerden gelen sözcüklerin istilâsına uğradı.
Dilimiz önce Arapça ve Farsça dilleriyle tanıştı. Tanışmakla da kalmadı, Arapça “Osmanlı İmparatorluğu”nun resim dili oluverdi. Misafir gibi gelen bu iki dil, zaman içerisinde sözcük dağarcığımızın neredeyse ev sahipleri oldu. Yavuz hırsız ev sahibini bastırdı.
Arapça ve Farsça kelimelerin etkisi günümüze kadar sürdü. Bugün bile birçoğumuzun ismi Arapçadır.Bütün bunlar yetmezmiş gibi Osmanlının çöküş yıllarında yanlış Batılılaşma faaliyetleri yeni bir felâketle karşı karşıya kalmamıza neden oldu.
“Tanzimat Dönemi”yle birlikte Osmanlı aydınları Batılılaşma sevdâsına düştüler. Dönemin en güçlü ülkesi Fransayı bu sevdada kendilerine örnek aldılar.
“Kâtibime kolalı da gömlek ne güzel yaraşır”, şarkısında olduğu gibi Batılılaşma hevesiyle bir Fransız hayranlığı doğdu. Osmanlı aydınları Fransız eserlerini asıllarından okuma gayreti içine girdiler.
Edebiyatımızın hemen hemen bütün türlerinde Fransızca kelimeler boy gösterdi. Böylece Arapça ve Farsçanın yanı sıra istilâcılar arasına Fransızca da girdi. “Mersi, pardon, alaturka, alafranga” kelimeleri bize bu dilin hediyeleri oldu.
Cumhuriyetin ilanından sonra başta Atatürk olmak üzere birçok Türk düşünürü ve büyüğü Türk dilini kurtarmak ve geliştirmek için çaba sarf ettiler.
1936’da Türk Dil Kurumu kuruldu.
Dil kurultayları, şurâları düzenlendi. Üniversiteler Türk dili ile ilgi bölümler açtı. Ama yine de tüm yapılanlar bilim ve teknoloji rüzgârının bir virüs gibi ülkemize sürüklediği “İngilizce” illetinden bizleri koruyamadı.
Sinema, basın ve televizyon bu dili yüreğimize kadar işletti. Gençlerimiz artık “okey, bye bye, computer” sözcükleriyle yatıp kalkmaya başladı.
Arapça, Farsça ve Fransızca diye ağlanırken, dilimizin yeni kâbusu “İngilizce” oldu. Güzel Türkçemiz bu üç başlı ejderha ile savaşmak zorunda bırakıldı. Bizler ise bu durum karşısında seyirci kaldık.
Peki, ne yapmalıydık?
Hatamız neydi?
Elbette tüm bu soruların cevaplarını almak gibi bir sorumluluğu sizlere yükleyemem. Ama her şey bitmiş değil. Tüm bu olumsuzluklara rağmen bir gerçek var ki o da bizi mutlu ediyor:
Etrafındaki tüm zehirli sarmaşıklara, tüm davetsiz istilâcılara ve karalamalara rağmen dil bayrağımız güzel Türkçemiz dimdik ayakta durmaya devam ediyor.
Bu durum Tanzimat dönemi gazetecilerinden Sait Bey’in, Türk dilini kullanmaktan sakınanlara bir şamar gibi gelen şu dizelerini hatırlatıyor:

Arapça isteyen Urban’a gitsin
Acemce isteyen İran’a gitsin
Frengiler Frengistan’a gitsin
Ki biz Türküz, bize Türkî gerekir.

Bizler değerlerimizin kıymetini bildiğimiz sürece millet olma özelliğini sürdürürüz. Sokakta, evde, okulda nerede olursak olalım, konuşmamıza, yazmamıza dikkat edelim.
Türkçemizi sevelim, koruyalım. Onu narin bir kuş gibi görüp, yabancı ellerden uzak tutalım. Yabancı bir kelimenin Türkçe karşılığı varsa onu kullanmaya gayret edelim.

Unutmayalım ki başka Türkçe yok, olmayacak da…

"KARA, Ömer Tuğrul, (Nisan-Mayıs-Haziran, 2007), “Türkçe Nereye Gidiyor”, Osmaniye Rehberi, S.35-36-37, s.14-15

3 Mayıs 2008 Cumartesi

Hasan PULUR'dan -Karşınıza kim çıkacaktı ki?-

SİZ ne bekliyordunuz? Karşınıza kimler çıkacak sanıyordunuz? Milli Mücadele’nin, Kurtuluş Savaşı’nın Maliye Bakanı Hasan Fehmi Aytaç mı çıkacaktı?Ya Başbakan Adnan Menderes mi?Ya da Cumhurbaşkanı İsmet İnönü mü?
* * *
O Maliye Bakanı Hasan Fehmi Aytaç, ‘’Kurşundan ve süngüden başka hiçbir şeye para yok!’’ demiş, kendisinden otomobil isteyen ordu kumandanlarına,
‘’Otomobiller İzmir’de, Yunanlının elinde, gidin alın’’ diye dalga geçmiş, harcamaları kontrol için orduya sivil defterdar göndermiştir.
Siz böyle maliye bakanlarını arıyorsanız, avucunuzu yalarsınız!
Ne laf anlamaz insanlarsınız,
‘’O güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler’’ dedik, anlamadınız mı?
* * *
O, Başbakan Adnan Menderes ki, ‘’ticaret yapmak için’’ kendisinden izin isteyen büyük oğlu Yüksel Menderes’e
‘’Ben Başbakan iken sen ticaret yapamazsın, git Dışişleri’nin sınavına gir, kazanırsan hariciyeci olursun’’ demiştir.
Siz böyle başbakanlar mı arıyorsunuz?Siz ne laftan anlamaz insanlarsınız, o güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler, dedik, anlamazdınız mı?
* * *
O, Cumhurbaşkanı İnönü, görevdeyken Malatya’da eşine hediye edilen üç metre kumaşın bedelini ödemiş, yıllar sonra
‘’Üç metre kumaşa tenezzül edip rüşvet aldın!’’
diyen pis politikacının suratına faturayı çarpmıştır. Siz böyle cumhurbaşkanları mı arıyorsunuz?Siz ne laftan anlamaz insanlarsınız, o güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler, dedik, hâlâ anlamadınız mı?
* * *
SİZ onları bulamazsınız...Onların yerine oğluna ‘’gemicik’’ alan Başbakan var.Onların yerine on sekizine gelmemiş, oğlu ticarete atılan cumhurbaşkanları var.
Onların yerine damadının başında bulunduğu şirkete, gazete çıkarması, televizyon yayını yapması için devlet bankalarından 750 milyon dolar kredi verilmesini seyreden Başbakan var.
* * *
BIRAKIN o adamları, gidenler gitsin, siz bunlarla yetinin, mesele çıkarmayın.Hele hele, abuk sabuk laflarla da kafanızı hiç karıştırmayın.
Yok özel bankalar bu krediyi vermezken, devlet bankaları nasıl vermiş?Ne malum?Hem niye vermesin?Kredinin garantisi neymiş?
..Daha ne olacak, koskoca Başbakan,
‘’Damadımın borcu benim borcum’’ demişse, yetmez mi?Hani neredeyse, notere gönderip ipotek koyduracaksınız.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın lafı yetmez mi?
Bakın Arap şeyhleri, emirleri, kralları, adamlar milyar dolar veriyorlar.
Siz hâlâ kıytırık 750 milyon doların peşindesiniz.
Ya aldıkları krediyi ödeyemezlerse, biz ne güne duruyoruz?
Şimdiye kadar batık bankaları kim kurtardı ki?
Hele MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ‘’Yüce Divan’’ tehdidi yok mu?
Yapmayın Sayın Bahçeli, Yüce Divan’a gidenler gitmiş de, gidenlere ne olmuş?

16 Nisan 2008 Çarşamba

..Kurbağa Misali..

Kurbağa Misali...
Bir Hayat Dersi
Günlerden Bir Gün Kurbağa Yarışı düzenlenmiş!!!
Hedef yüksek bir kulenin tepesiymiş...
Kalabalik onları görmek ve alkışlamak için toplanmış.
Yariş başlamış.Aslında kimse onların tepeye varacaklarına inanmıyormuş...
Ve şöyle konuşuyorlarmış aralarında ;
« Boşuna !!! Nasıl olsa başaramayacaklar... »
Kurbağalar yavaş yavaş cesaretlerini kaybetmeye başlamışlar.
Yalnız bir tanesi bütün gücüyle tırmanmaya devam ediyormuş...
Ve insanlar konuşmaya devam ediyorlarmiş:
« Hakikaten yazık !!! Nasıl olsa tepeye varamayacaklar !... »
Ve kurbağalar yenilgiyi kabullenmek zorunda kalmışlar...
Bir Tanesi hariç !
O, bütün koşullara rağmen devam ediyormuş......
Sonuçta, o bir tanesi hariç, hepsi yarışı terk etmişler...
O ise kulenin tepesine tek başına çıkabilmiş...
Herkes şaşkınlık içinde bunu nasıl başardığını merak etmiş !
İçlerinden bir tanesi ona yaklaşıp bu yarışı nasıl tamamladığını sormuş...
Ve görmüş ki.......
O sağırmış !!!...
Siz siz olun negatif duygular taşıma alışkanlığı olan insanları dinlemeyin...
Çünkü onlar sizin yüreğinizde taşıdığınız en güzel umutları yok ederler !!!!
İşittiğiniz veya okuduğunuz sözlerin ne denli tesirli olduklarını bilin...
Ve her zaman pozitif düşünün !!!
Pozitif !
Sonuç :Yapamazsın Diyenlere Kulaklarınızı
Tıkayın !!!

( ALINTI )

..Yılmaz Özdil'den..-Pirinç-

Pirinç Ve, ulusal bilinç uyanıyor...
"Pirinç almayın!"Yeni kampanyamız bu.
*Peki ne alalım?
*Buğdayı ABD’den getiriyoruz.
Mercimeği Kanada’dan...
Mısırı Arjantin’den getiriyoruz.
Susamı Sudan’dan...
Arpayı Ukrayna’dan.
Baklayı İtalya’dan.
Sarmısağı Çin’den.
Anadolu’da gezerken çekirdeğini yanlışlıkla elinden düşür, ayçiçeği fışkırır...
Rusya’dan getiriyoruz.
Pamuk Yunanistan’dan.Elma Şili’den.
Portakal Brezilya’dan.Muz Panama’dan.
Vişne Almanya’dan.Ceviz Çin’den.Hesapta milli yemeğimiz...
Fasulye İran’dan.Barbunya ABD’den.Soya Arjantin’den.
Pirinç Avustralya’dan.Nohut Meksika’dan.
En cüzel çay?İngiltere’den.
İneklere yem olarak döktüğümüz kepeği bile utanmadan ABD’den getiriyoruz...
İnekler Hollanda’dan.
*Kendi kendine yeten 7 ülkeden biriydi memleketim...
Memleketimi IMF’ye satan arkadaşlar sayesinde, bugün, Mali, Kamerun, Peru, Suriye, Ekvador, Mısır, Hindistan, Burkina Faso’nun da aralarında bulunduğu 103 ülkeden ithalat yapıyor, karnını doyurabilmek için.
*ÖSS’ye giren çocuklarımızın, Allah zihin açıklığı versin diye yuttuğu 3 adet okunmuş pirinç tanesi bile, ithal...
Sen hangi ulusal bilinçten bahsediyorsun?
*Dolayısıyla, önerim şu...
Mazot 20 YTL olsun.
Çobanları bakan yapın.
Doğurun...